tavşanlar

Okuduğum binlerce kitap içinde gözümde canlandırdığım sahneleriyle zaman zaman aklıma gelen tavşanlı iki bölüm hiç aklımdan çıkmaz.

Biri Boris Vian'ın bir kitabındaydı, okuyalı belki 25 yıl olmuştur; bir eczane var, tezgâhın üzerinde demir çubuklar ya da benzeri mengene gibi bir düzenek, buraya bir tavşanı hiç hareket edemeyecek şekilde bağlamışlar.

Eczaneye gelip özel olarak hazırlanacak ilacınızı söylüyorsunuz, eczacı da o ilacı oluşturan maddeleri içeren şeyleri tavşana yediriyor ve tavşan tutsak edildiği bu durumdayken yediklerini sindirip o maddelerden oluşan bir birleşimi hap olarak dışkılıyor. Bir nevi biyo/kimyasal bir ilaç üretiliyor...

Diğer tavşan ise Jerzy Kozinski'nin şu meşhur "Boyalı kuş" isimli kitabındaydı...

Küçük bir çingene çocuğu hayatta kalma mücadelesi vermektedir ve oradan oraya tek başına sürüklenmektedir. Çingene çocuğu ormanda tek başına yaşayan bir adamın yanına sığınır ama adam çok kötü kalpli biridir.

Bir süre orada kalan çocuk burada da duramayacağını anlayınca kaçmaya devam etme kararı verir ama gideceği gün için bir planı vardır; küçük bir kafeste kilitli tutulan tavşanı serbest bırakıp öyle kaçacaktır.

Çocuk o sabah kalkar ve kafesi açar. Esaretten kurtulmak için ormana doğru koşup kaçacağını düşündüğü tavşan, kafesin kapısı açılınca kılını kıpırdatmaz.
Buna şaşıran çocuk tavşanı dışarı çıkarır ama tavşan özgürlüğe doğru koşacağına yine gider kafese girer.

Neden böyle olduğunu anlayamayan çocuk çok üzülür ve tavşanı bırakıp kendi kaçışına kaldığı yerden devam eder.

Hayatımız için bir çok şeyi çalışıp elde etmek zorundayız, tamam, tabii ki çalışacağız ama ilk tavşan örneğinde olduğu gibi elleri kolları bağlı vaziyette zorla yutturulan şeyleri yemek mecburiyetinde bırakılmaktan ve sistem içinde birbirinden farkı olmayan biyolojik birer makine gibi görülmekten nefret ediyorum...

Hangi işi yapıyor olursanız olun mutlaka sizin de o işin geliştirilmesi için bir fikriniz ya da o işin yapılma şekli/yöntemiyle ilgili duyduğunuz bir sıkıntı ve bunların değiştirilip düzeltilmesi için ortaya koyacağınız şikâyetleriniz vardır.

Ama dünya öyle bir hal almış ki, işi yapan insanın asla bir şey söylemeye hakkı yok, bu artık modern dünyada ve iş yerindeki üstlerine karşı ihanet sayılıyor.

Her şey önceden belirlenmiş, her şey yalan yanlış da olsa, verimsiz ve gereksiz de olsa planlanmış, belli bir hiyerarşi içinde yapılacaklar emir komuta zinciri benzeri bir düzenle sıraya konmuş.

Eğer bir şey söyleyip de diğerlerini uyandırırsanız, yürüyen tekerlerine çomak sokmuş oluyorsunuz, bu da sizi onların ve onlara yalakalık yaparak yer edinmiş diğerlerinin gözünde "uyumsuz ve sorunlu" yapıyor.

Çok uluslu büyük holdinglerde de küçük yerel bir işletmede de çalışıyor olsanız bu böyle. Ekmek parası için çalışmak zorundaysanız ruhunuzu ve karakterinizi evinizdeki eski fotoğraf albümlerinin arasında bırakmak zorundasınız.

Sistem, üç kuruş para verdiği için sizi "yaşam mücadelesine mecbur" eli kolu bağlı bir yaratık gibi görüp; ne isterse yapmaya hakkı olan "hiçbir katkısı olmadığı halde bir şeyler yapıyormuş gibi görünen" insanlara karşı, görünüşte de olsa onlar gibi davanmaya mecbur kılıyor.

Ne zaman kendimi bu ilk örnekte verdiğim kitaptaki tavşana benzetip sistem tarafından kullanılıyormuş gibi hissetsem deliriyorum... Ama ikinci kitaptaki tavşan gibi olanlara da acıyorum.

Kıpırdama! Konuşma! Düşünme! Bunu ezberle! Bunu okumak yasak, öyle düşünmek yasak, hayır öyle değil böyle düşüneceksin, o değil bu güzel, onu değil bunu seveceksin!

Hayat böyle emirlerle insanı, toplumları, ulusları ve hatta dünyayı biçimlendirmeye devam ediyor.

Biraz bilgi görgü, biraz akıl mantık sahibi olup da olaylar ve söylenenler üzerine kendi başınıza "Doğru olan ne, yanlışı niye böyle dayatıyorlar, bunlardan kim çıkar elde ediyor?" diye düşünemiyorsanız vay halinize.

Ne yanı başınızda üzerine bomba düşen insanlar umurunuzda olur, ne haksız yere hapishanelerde bulunanlar, ne hastanelerde sürünenler, ne açlıktan ölenler, ne de bir ülkedeki aç ve yoksul insanların parasını har vurup harman savuranlar.

İşin kötüsü, hayat boyu okulda, televizyonda, gazetelerde bu emirleri, yasakları, tek tip beğenileri, moda olmasını istedikleri şeyleri ve kuralları insanların beynine kazıyarak aklın en ücra köşelerindeki kilit noktaları zaptettikleri için insanlar kendi başına düşünme ve hareket etme yeteneklerini de kaybediyorlar.

Sistemin onaylamadığı ama normal mantığa uyan vicdani bir şeyi dile getirmeye kalktığınız zaman işte bu tek tip zorunlu beyin yıkamadan geçirilmiş insanlar da söylediklerinizin karşısında duruyorlar.

Bunun böyle olması gerekmez mi, şöyle yapılsa herkes için daha iyi olmaz mı, bunlara yazık değil mi, daha doğmamış çocukların hakkını yiyorlar, hukuk kurallarına ve insan haklarına aykırı şeyler yapılıyor diye kendi fikrini ve görüşünü ortaya koyarsan sistemden yararlananlardan önce bu beyni yıkanmışlar ortaya atlayıp söylediğin şeylere karşı duruyorlar.

"İşte böyle, sistemin tekerine çomak sokanları ‘sistem tarafından beyni tutsak edilmişler’e yediriyorlar anlayamıyor musunuz? Bu sizin özgürlüğünüzü de elinizden alıyor, gelin buna bir son verin, siz de özgür olun." diyorsun ama ne yazık ki artık onlar ikinci kitaptan verdiğim örnekteki tavşan gibi o dar düşünce kafeslerinde hapis olmaya öylesine alışmışlardır ki serbest kalabilecek, hür fikirli özgür birer insan olabilecekleri halde yine o kafeslere geri dönmeyi, sistemin öğretip beyinlerine kazıdığı "düşünmeden birer içgüdü haline getirdikleri" fikirlerle yaşamayı tercih ederler.

(bu yazı 23 Ağustos 2012'de www.habersabah.com'da yayınlanmıştır)